10 Haziran 2025 Salı

Mukadderat

      


      Ne zamandır afişini ve oyuncularını görüp izlemek istediğim bir filmdi Mukadderat! Ve dün bu filme şans vererek ne iyi ettim :)) Filmi izlemeden  evvel Mukadderat tam olarak ne demek, önce ona baktım :) ( Canım Momentos'a da buradan sevgiler, selamlar demek istedim :))

     Mukadderat kelimesi Arapça kökenli olup, yazgı anlamına gelir. Genellikle insanın kontrolü dışında gerçekleşen olayları ve alın yazısını ifade etmek için kullanılır. 

     Film, Sultan'ın( Nur Sürer) eşini kaybetmesiyle başlıyor. Aslında beklenen bir ölüm, ama Sultan onca sene evlilikten sonra yalnız başına yatakta yatma fikrinden çok etkileniyor ve aniden evlenme isteğini bildiriyor çocuklarına. Bu arada kızı ( Aslıhan Gürbüz) İstanbul'da yaşayan, evli ve çocuklu aynı zamanda da bankada çalışan dominant bir karakter. Oğlu ( Osman Sonant) Kastamonu Cide'de yaşamını süren; evli ve çocuklu, kahvecilik yapan ve o yaşına dek de belli ki çeşitli girişimleri olup bu girişimlerinde başarısız olmuş bir karakter. Babalarının vefatı onları bir araya getiriyor ve aile içi dinamikleri görme şansımız oluyor. 

    Çocuklarının tüm itirazlarına ve mahalle baskısına karşın, Sultan'ın yeniden evlilik yolunda adımlar atmasını ve bu konuda lafı olanlara ağzının payını vermesini keyifle izliyoruz. Kocasının kaybından hemen sonra böyle bir istekte bulunması başta absürd gelse de çok güzel söylüyor Sultan: " Kaç senedir kocam o benim? Ben şimdi gece uyurken kimin hırıltısını dinleyeceğim, kime meyve soyacağım? Kolay mı sanıyorsunuz tek başına kocaman yatakta uyumak?" Ve diyor ki çocuklarına " Babanız ölse hemen yarını ona bakacak bir kadın arayacak, onu evlendirme derdine düşecektiniz? Ben isteyince neden sorun oluyor?" Bu vefat çerçevesinde aslında birçok toplumsal konuyu da sorguluyoruz. Mesela bir kadın kocasını kaybettikten sonra, hele de yaşını başını almış bir kadınsa, toplum ona neden dizini kırıp evinde oturmasını, yasını tutup ölümü beklemesini söyler? Ya da miras olayında neden kız çocuğu göz ardı edilir veya erkek çocuğuyla kız çocuğuna eşit dağılım yapmak bile hala günümüzde oturmamış bir mevzudur? 




       Bir kadının kocasının kaybından sonra kendi hayatını ve isteklerini, tüm itiraz ve engellere rağmen keşfetmesini ve bu yönde adımlar atmasını izliyoruz filmde. Ve bunları öyle dramatik bir havada da ele almıyor bu arada. Hatta yer yer öyle şeyler oluyor ki, ben çok güldüm :)) Gerek Kastamonu Cide manzaraları gerek oyunculukların doğallığı öyle gerçek hissettiriyor ki; adeta Sultan'ın bahçesine bir sandalye de siz atıp atıp oradan izliyorsunuz olan biteni :)  Uzun zamandır izlediğim en tatlı filmdi. Şiddetle tavsiye ederim :)

       ...

30 Mayıs 2025 Cuma

Vitesi Manuel, Cesareti Otomatik!

  

    Yaklaşık 6 yıldır araba kullanıyorum. Aslında ehliyetimi üniversitenin ilk senesini bitirdiğim yaz aldım. En büyük isteklerimden bir tanesi buydu ve yakın arkadaşlarım da ehliyet almak için kursa yazıldıklarını söyleyince: " Hadi Merve" dedim. Kursta bana direksiyon dersi veren eğitmen ( Sözde oranın en usta eğitmeniydi ve en iyisiydi) sabırsız, sinirli, sürekli konuşan bir adamdı. Yani ne konuda ustaydı bilmiyorum ama  bu eğitimi bana verecek en uygunsuz kişiydi bence. Çünkü ben zaten kaygı düzeyi ve sorumluluk duygusu yüksek bir insanım... Benim bu konuda cesaretlendirilmeye ihtiyacım varken bu eğitmen, olan cesaretime de zarar verdi diyebilirim. 

     Yine de arabanın çalışma şeklini anladım ki ehliyetimi alabildim. Tabi o zamanlar şimdikine göre daha kolaydı. Ehliyetim senelerce cüzdanımda durdu öylece... Orada olmasından mutluydum ama onu kullanacak cesaretim yoktu. Ya birine çarparsam? Ya birine bir zarar verirsem? Kocaman araba yani bu, hele de düz vitesli bir arabada vitesi değiştirmeye uğraşırken bir yandan da akan trafiğe nasıl dikkat edeceğim? Abim diyor ki: " Boş ver düz vitesi, hiç uğraşma. Sen direkt otomatik araba al." Bunu da cesaretimi kıran bir cümle olarak kabul ediyorum. 

    Sonra  eşim bu konuda beni çok cesaretlendirdi. İlk birkaç sefer onunla çalıştık ve anladım ki; araba konusunda, özellikle eşimden gelen bir uyarı beni anlamsız şekilde duygusallaştırıyor ya da öfkelendiriyor :)))) Hahahah, bence bu olay duygusal  bağ hissettiğin bir insanla olacak şey değil. Derken bir gün eşim, tanıdığı çok sakin bir hanımefendiden bahsetti bana. "Siz kesinlikle iyi anlaşırsınız." dedi ve tanıdığı bu kadının direksiyon eğitmenliği yaptığını açıkladı. Ertesi gün, Gülay Hanım’ın çalıştığı sürücü kursunun önünde beni bırakıp gitti adam :))) Ben tabi oradan sonra dönemedim arkadaşlar. Çünkü gurur ve dozunda bir öfkenin harekete geçiremeyeceği bir Merve'yi tanımadım ben :) Belli ki eşim de beni tanımış :) 

     Gülay Hanım o kadar tatlı bir insandı ki; beni yüreklendirdi, bana kendi deneyimlerinden bahsetti ve gerek dikkatli önerileriyle gerek bana olan iltifatlarıyla ben kendi başıma kısa sürede düz vitesli bir arabayı kullanma cesareti gösterdim. Türk işi motivasyon şeklinin de katkısı olmadı diyemem: " Şu kişi bu işi yapıyorsa, neden ben yapamayayım?" :))) Hayatımdaki o kişilere teşekkürü bir borç bilirim :)

   Altı yıldır araba kullanıyorum ama park konusu bende hala sıkıntılı. Yani özellikle büyükşehir trafiğinde arkada araçlar varken paralel park yapmaya çalışmak filan benlik kısımlar değil hâlâ :) Ama böyle evimin bulunduğu sitede, sakin ve geniş yerlerde rahatım yani. Bir şekilde işimi görüyorum.  

     Evimin bulunduğu sitede karşılıklı bloklar var ortada sosyal tesis, otopark, çocuk parkları gibi alanlar var. Ben ne zaman arabayı park edecek olsam, sitemizde oturan yaşlı amcayla karşılaşıyorum. Bu arada kendisine yer vermezsem eksik olacak. Kendisi 70'li yaşlarında dimdik duruşu olan, saçları bembeyaz, her gün ama her gün yürüyüş yapan, yürüyüş yaparken de eski tip kablolu kulaklığıyla sürekli birileriyle konuşan bir bey.  Öyle ki zaman içerisinde biz bu amcayla ortak bir sırrı paylaşır hale geldik: Benim araba park etme maceralarımı yani. 

        Bundan birkaç ay evvel onun yürüyüşü benim araba park etme anıma denk geldi ve bana sözleriyle yardım ettiğini düşündü. Başta kızdım, yani bey amca yoluna bakıp yürümeye devam etse ben her zamanki gibi zaten park edeceğim. Ama yok, durdu ve beni izledi. Direktifler verdi ve ben tabiiki onu dinlemedim. İndiğimde de "Olacak olacak." dedi. Yani izin versen daha rahat olacaktı bey amca, diyemedim. Sonraki günlerde de ya yürüyüşte ya başka park etme anlarında artık birbirimizi tanır ve birbirimize selam verir olduk :)) Adam beni ne zaman görse gözleriyle dahi gülüyor bence :)) Ben de içten içe "Aha başımın belası." diyorum ama gülüşlerim artık daha samimi. 

      Dün yine o meşhur anlarımızdan biri daha yaşandı. Ben arabayı park ederken o yine durdu ve bana bakıyordu. Bence harika bir iş çıkarıyorduuum... Ki kamelyanın çıkıntılı bir kısmı varmış ona vurdum :) Aslında bence sert vurmadım, değmekle vurmak arasında bir noktaydı diyeyim. :)) Ama bey amca arabanın etrafında şöyle bir dolaştı ve " Bence artık oldun sen. Bu kısmı ben de çoğu kez göremiyorum. Vura vura öğrendik biz de. " dedi. Ben de "Sizin arabanızı koyduğunuz yer sitenin diğer ucunda tabi." dedim. Koca bir kahkaha attı ve haklı olduğumu söyledi :))) 

       Az önce okuldan sonrasını düşünürken bey amca geldi aklıma ve güldüm :) İsmini bile bilmediğim bu yaşlı adamın her akşam orada olup yürümesi hayatımın basit gibi görünen önemli bir detayı haline geldi :) Umarım bugün arabayı çok süper , harika ve de havalı park ederim, n'olursun Allah'ım, Amin :)))

Nil Karaibrahimgil- Hadi İnşallah

23 Mayıs 2025 Cuma

Sıradanlığın Güzelliği

    



    Matt Haig'in Zamanı Durdurmanın Yolları isimli kitabında  şöyle diyor oradaki öğretmen: " Birini, özellikle de hiç ummadığım birini ne zaman kitap okurken görsem uygarlığın biraz daha güvende olduğunu hissederim." Özellikle de bahar aylarında bahçede top oynamak isteyenler kadar kitap okuyan öğrencilerde de bir artışın olduğunu görmek beni mutlu ediyor. Elinde kitabıyla koridorda yürüyen bir öğrenci gördüğümde kendi lise yıllarıma gidiyorum :)

    Lisedeyken özellikle de bahar aylarında fantastik kitaplar okumaya bayılırdım. Yaşadığım şehre yaz havası erkenden gelirdi. Çoğu günler okuldan eve geldiğimde bir süre evde kimse olmazdı. Evin en sessiz ve serin odasına geçer, kitabımı alıp dizimi kırarak kitabın bana sunduğu evrene adeta ışınlanırdım. Çok severdim bu sessiz saatleri. Öyle ki, annem geldiğinde kapının sesini dahi duymadığım anlar olurdu, annem bu anların bazen kendisini korkuttuğunu söyler halen. Nasıl dalıyorsam artık o evrene...

     Okuduğum kitaplarda sıradan yaşamı olan bir genç olurdu ve gelişen olaylarla birlikte bu gencin hayatı birden değişirdi. Ya sihirli bir kapı olurdu, ya büyücülük okuluna giderdi, ya bulunduğu şehre bir vampir ailesi gelirdi :))) Evet, Alacakaranlık serisi benim gözdelerimdendi. Kim bilir penceremi açık bırakırsam Edward benim odama da gelirdi belki... Ama benim yaşadığım yer sürekli yağmur alan, kapalı havası olan bir yer değildi. Tüh, Edward buraya gelemezdi ki :))) 

     Sıradan yaşamı birden değişen ve başka bir evrende çok güçlü bir yeteneği olan roman karakterlerini hep sevdim. Onların varlığı bana da böyle bir dünyaya geçişin umudunu verirdi sanki. Çünkü bilirsin, ergenlik döneminde bulunduğun yer, yaşadığın hayat ve buradaki insanlar en basit tabirle sıkıcıdır. Sendeki olağanüstü cevheri kimsenin keşfedemeyeceği bir yerdir yaşadığın yer. Ne garip, şimdi zihnimi biraz o günlere odakladığımda, kitap okuduğum odaya gidebilir, sokaktan gelen çocuk seslerini duyabilir, odamın tavanına yansıyan ışık huzmesini görebilirmişim gibi...

   Şimdi bu anlara gitmenin keyfini hala içimde duyuyorum. Ama değişen şeylerden de çok memnunum. Eskiden sıkıcı gibi gelen her şey şimdi en sevdiğim şeyler hale geldi. Sıradanlıktan keyif aldığım, rutini sevdiğim, bendeki güzel özelliklere şükredip beni zora sokan yönlerimi de olduğu şekliyle kabul ettiğim yaşlardayım... Başıma gelen olumsuz bir durumu ya da hissettiğim bir duyguyu arkadaşımla paylaştığımda onun buna benzer bir yaşantısını dinlemeyi, onun da benimle aynı karmaşayı hissettiğini duymak beni normal hissettiriyor. Zor olan yaşantımı kabullenmemi kolaylaştırıyor. Kendimi çaresiz hissettiğimde aslında yaşamdaki kontrol alanımızın ne kadar sınırlı olduğu gerçeğiyle yüzleşmek garip bir şekilde beni rahatlatıyor. Adını hatırlayamadığım bir dizide başroldeki karakter "Her şey benim yüzümden bu hale geldi." diyordu ve onun karşısındaki yaşça büyük adam da ona şöyle demişti: Sen kimsin ki her şey senin yüzünden olsun? :))) Bu sahne çok hoşuma gitmişti. Sahi biz kimiz ki? 

Lauren E. Bowman "Mutluluk" isimli şiirinde şöyle söylemiş:

" Mutluluk, birkaç kilo fazlayla barışmaktır.

Yorgun olmayı kabul etmektir.

Yaş almayı, yumuşamayı...

Yabani çiçek gibi değil, kök salmış bir meşe gibi olmaktır.

Mutluluk, sessizliğin içinde günlerce dinlenebilmektir.

Bir şey yapmadan, sadece var olmaktır.

Mutluluk, artık kendini küçültmemektir,

Bırakabilmektir.

Suçu, pişmanlığı...

Geçmişin yükünü ve geleceğin korkusunu...

Mutluluk, sadeliğin içindeki neşeyi keşfetmektir.

Küçük şeylerdeki güzelliği...

Gündelik olanda saklı gücü fark etmektir."


Magical Fantasy

12 Mayıs 2025 Pazartesi

Dedikodu

   Bugün öğretmenler odasında otururken anladım ki, dedikodu yapmak da bir meziyet istiyor arkadaşlar. Gerçekten dedikodu deyip geçmeyin, hele de böyle söz konusu kişi ünvanı olan biriyse ve sosyal gözlem gücü de yüksekse, e paylaşmayı da seven bir ruhsa diyelim; dedikodu yapabilmek çok önemli oluyor...

    Mesela çalıştığım kurumda dedikodu edenlerden bir tanesi, ismine Ayşe diyeceğim, Ayşe Hanım sürekli şikayet havasında başlıyor olaya. " Dün gece başımı bir ağrı tuttu. Ama nasıl ağrıyor anlatamam. Ayakta duramadığımı anlayınca e yatayım bari diyorum. Kulaklarımda bir ses. O sese diyorum ki' Lütfen kes sesini. Şimdi seni dinleyecek havamda değilim.' Bana mısın demiyor? Kulak burun boğaz'a gittim kaç sefer, tomografiler mi çekilmedi, yok yok hiçbir şey yok! O halde geldim sabah oturuyorum şurada, arkadaşların dedikodusunu dinliyorum bir de. Hayır dedikodu ettikleri kişi de kendi arkadaşları. Neymiş efendim, kız safmış da kendini kullandırıyormuş da, hayır yani arkadaşı sizsiniz siz uyarın o zaman değil mi? Ne demeye benim ağrıyan başımı daha da ağrıtıyorsunuz. O ortamda bir şey söylesem Ayşe şöyle dedi diyecekler, ihale bana kalacak. Banane diyorum, zaten dedikodudan hiç hazzetmem. Beni biliyorsun Merve." hahahahah:)))) Merve de benim bu arada yanlış anlaşılmasın. Ama ben seni bilirim Ayşe Hanımcım :D Sen hiç merak etme :) 

   Sonra bu Ayşe Hanım'ın huyunu bilip onu gaza getiren bir grup vardır mesela. Yanlarından geçerken bile duyarım, yönetimle ilgili şöyle böyle derler, başka bir meslektaşları için 'işten kaytarıyor' temalı Ayşe Hanım'a  anlatır da anlatırlar. Ve Ayşe Hanım bir süre sonunda patlama yaşar. O an artık hedef gösterilen kimse bayağı ortamda sesler yükselir, birbirlerine olmadık şeyler söylerler. Bazen konudan habersiz, öylesine geçeceğim bir ortamda kavganın ortasına girmiş bulunurum ve Cennet Mahallesi Pembe gibi şaşkoloz bakakalırım. Zaten ortam da biraz o ortamdır :)) 

    Bugün ne kadar şanslı olduğumu düşündüm. 9 senedir aynı kurumda Ayşe Hanım'la çalışıyorum. Dahası onu gaza getiren grup da hâlâ burada. Bu gruba eklenenler oldu, ayrılan olmadı her nedense. Henüz Ayşe Hanım'ın patladığı kişi olmadım. Kadir Gecesi mi doğdum ne yaptım ben :)) Neyse beni bilen bilir, ben dedikoduyu hiç sevmem zaten, ondandır o :)) 

Sertab Erener- O ye

6 Mayıs 2025 Salı

Pencerenin Önünde

     

  Okuldaki odamın penceresi yeşil bir bahçeye bakıyor. Ihlamur ağaçları var bu bahçede, pencere camına yaklaşıp sağ tarafa dönersem akasya ağacını görebilirim. Akasya ağaçlarını çok severim...

  Bahçenin hemen ardında bir yol var. Farklı kurumlara gidenler, oradan dönenler bazen bu yolu kullanıyor. Bazen sadece yoldan gelip geçenleri izlemek bile kafamı dağıtıyor. Dışarıdan odama yansıyan güneş ışınları beni bahçeye davet ediyor. Güneş ışınının camı aşıp tenimi ısıtması ne tatlı geliyor... Dumanı havada dans eden çayım elimdeyken geçtiğimiz haftayı düşünüyorum. 

  Geçen hafta çok zordu. Kızım hastaydı, hava kötüydü, okulda da gergin bir hava hakimdi. Hani bazen her şey üst üste gelir de pencereyi açıp "Yeteer!" diye bağırmak istersin. " Odalara sığdırmayan, dışarı çıkmaya da mecal bırakmayan bir his...

  Böyle günler geçirirken tek hedefim günü kurtarmak oluyor, günün sonunda hayatta kalabilmek... Uykuyla aram hiç olmadığı kadar iyi oluyor. Kaçış alanları yaratmaya çalışıyorum kendime.. Mutfakta, balkonda ya da okulda. Bu bahçe benim favori kaçış alanım olabilir artık :) 

  Bazen fazla farkındalık da zorlayıcı olabiliyor. Farkındayım ama harekete geçesim filan yok. Biraz farkındalık sularında kulaç atma isteğim var, yüzme bilmediğim gerçeğini hatırlıyorum. Yüzme bilmediğimi, sudan korktuğumu ve suyun beni kaldıracağına ikna olamadığımı söylediğimde, "Suya kendini teslim edersen yüzmeyi öğrenirsin." diyorlar. Belki de kendimi teslim etmem gerekiyor. Suya da yaşananlara da.... Olanı olduğu gibi kabul etmekte bir ferahlık var. 

 Bunları düşünerek kitabımı elime aldığımda daha önce not ettiğim şu sözler düşüyor önüme:

"Yola koyulmak lazım nehirler gibi...

Bazısı denize varıyor, bazısı varamıyor. 

Gitmenin varmakla bir ilgisi yok." 


Follow the sun


30 Nisan 2025 Çarşamba

Bir Gün

      

         Üniversite ikinci sınıftayım. Sınıf arkadaşlarım bayağı inek tayfasından, herkes okuyor ve çeşitli konularda fikir sahibi. Yakın arkadaş grubumun yanı sıra sınıftaki diğer arkadaşlarımla da şöyle böyle iletişim halindeyim. Meraklı yanımı doyuracak bir hazine gibi görüyorum sınıfımı.

         Nermin sınıf arkadaşım. Yumuşak sesli, gözlüğün en çok yakıştığını düşündüğüm insanlardan ve tam bir kitap kurdu. Her hafta birbirimize ne okuduğumuzu soruyoruz. O gün sorduğumda elindeki kitabı göstererek " Bu kitaba başladım ama ilerlemesi zor geldi bana. İçim sıkılıyor. Oysa herkes ne kadar da övmüş bu kitabı. Sana vereyim, fikrini merak ediyorum." dedi. Aldım, kitap kapağı hoşuma gitti: " David Nicholls- Bir Gün"... Okumaya başladım.

        Nermin'in etkisiyle mi bilinmez, kitap bende de bir iç sıkıntısı oluşturdu. Birbirini seven iki kişinin bir türlü duygularından emin olamayışları, kafa karışıklıkları ama devam eden arkadaşlıkları... Kitabın dilinde dikkat dağıtan unsurlar vardı. Ve benim için duygusal meseleler basit ele alınmalıydı. Birini seversen bunu anlarsın ve anladığında da bunu karşındakine söylersin. Bu kadar. Bunca kafa karışıklığını ve dramı anlayamadım, Dexter'ı sevemedim, Emma'ya kızdım... Sonuç olarak bu kitaba ben de devam edemedim. Ama kitapla başlayan bir dostluk gelişti Nermin'le aramızda. Öyle ya, kendimizi arayıp bulamama yaşları... (Hangi yaşta bulduğumuzdan da emin değilim ya!:) Nermin'le hayata dair sohbetlerimiz devam etti. O yaşlarda hayat ve ilişkiler üzerine büyük cümleler kurmak ne keyifliydi :))


       Geçen gün Netflix'te gezinirken karşıma çıktı dizisi. "One Day". Tahmin ettiğim gibi bu kitabın mini dizisini yapmışlar ve şans vermek istedim. Ben Ambika Mod'u da Leo Woodall'u da çok sevdim. Emma ve Dexter'ın tanıştıkları ve sohbet ettikleri ilk bölüm çok güzeldi. Sonra her ikisinin de zamanla birlikte ayrılan ve birleşen günlerini ; o ilk tanıştıkları günün tüm hayatlarına olan etkisini ve birbirlerini derinden anlayan arkadaşlıklarını izlemek çok güzeldi.  Dizi bittiğinde üzerimde rahatlamayla karışık bir ağırlık vardı. Bilirsin, zihin yarım kalan şeyleri sevmez, tamamlamak ister. Dizinin bitişiyle bu hikayenin tamamını öğrenmiş gibi hissettim. Bu rahatladığım kısımdı. Ancak dizideki oyuncuların sempatikliği nedeniyle mi bilmiyorum, artık  'anlıyordum'. İlişkilerdeki  kafa karışıklığını, ilişkinin ortada öylece sabit duran bir şey olmadığını, kişilerle birlikte ilişkinin de zamanla evrilip gelişen canlı bir üçüncü kişi gibi olduğunu anladım. Duygular hayatımızın en karmaşık kısmı bazen... Güzel bir duyguyu hayatındaki önemli bir yere koymak ve ona gereken değeri vermek bazen pek çok şeyi birlikte gerektiriyor. Yine de hissetmek, yaşamak ve duygularından korkmamak güzelleştiriyor yaşamı, bazen  sadece "bir gün" kalıyor akılda kalan... 

     je te laisserai des mots -patrick watson

22 Nisan 2025 Salı

Büyümek

 

    Geçen gün yakın bir kız arkadaşımla buluştuk… O kadar uzun zamandır görüşemiyorduk ki, aynı şehirde olmamıza rağmen bunun mümkün olamayışı bazen beni de şaşırtıyor. Buluşacağımız kafeye erken gitmiştim ve arkadaşım her zamanki gibi  oradaydı. Onu görür görmez kocaman sarıldım. Ergenliğimizdeki gibi kıkırdamaları da ihmal etmedik 😊Kız neşesi diyor ya Buket Uzuner, aynen öyle!

   Oturur oturmaz garson geldi, siparişlerimizi söyledik ve “ Lütfen bir süre bu masaya uğramayın. Bir isteğimiz olursa biz sesleniriz.” Dedik, bölünsün istemiyorduk. Yeniden bir arada olmanın heyecanı geçince fark ettim arkadaşımın zayıfladığını. O canlı bakan gözler hala aynıydı, hep öyle bakardı arkadaşım; ama koyu halkalar yeniydi. “Canım benim bende durumlar stabil. Seni merak ediyorum. Sen nasılsın?” dedim.

   Ve arkadaşım başladı anlatmaya… Evliliğe doğru giden ilişkisinden ayrılmıştı ve henüz bunu kimseyle detaylı konuşmamıştı. Başlarda tutuk  olan konuşması, süre ilerledikçe açıldı açıldı ve ben de onunla birlikte kızdım, üzüldüm, ne diyeceğimi bilemedim… Bir ara şöyle dedi arkadaşım: “ Neyi fark ettim biliyor musun? Üniversitedeki ilişkimde de aynı şey oldu. Başlarda her şey çok güzeldi. Harika bir adam olduğunu düşünürken zaman içerisinde onun beni kontrol etmeye çalıştığını, dengesiz tavırlarıyla beni kaygılı birine dönüştürdüğünü fark edemedim. Başlarda kendimi sevmeme neden olan adam, sonrasında kendime kızgınlık sebebim haline geldi. Belki ben de sorunluyum, belki benim de onarmam gereken kısımlar var ve ben bunları onarmadıkça bu tür adamları hayatıma çekmeye devam edeceğim.” Dedi. Bu cümlesi bana öyle tanıdık geldi ki… Sahi sorun neydi?

     Konuştuk, ağladık ve  açıldıkça gülmeyi de başardık…Masadan kalktığımızda üzerimizdeki yüklerin büyük bir kısmını da orada bıraktık. Ayrılacağımız yere kadar konuşa konuşa yürürken umudun o inceden ruha sızan, sarıp sarmalayan tadını aldım. İyi olacaktı arkadaşım, bunu biliyordum. Arkadaşıma da söyledim bunu ve ne zaman buluşacağımızı bilemesem de “Kalbim, iyi niyetli dualarım seninle..” dedim.

   Arabayla gelmediğime sevindim, çünkü yürümek istiyordum. Yürürken düşünmek…. Sahne ışıklarının altında gibi hissiyatlarla başlayan bir ilişkinin bekleme odasında kilitli kalma hikayesiydi bu… Kişiler değişse de hikayeyi biliyoruz aslında. Ve   klik anları vardır ya hani, insan bir aydınlanma yaşar, birdenbire bulmacanın tamamının ipucunu veren o zor kelimeyi hatırlar… “ Büyümek dediğimiz, bunu daha önce gördüm ve artık nasıl biteceğini biliyorum anlarıyla dolu…” demiş biri. Büyüyoruz ve bazen büyümenin tadı çok tanıdık…


Sara Barailles- She Used To Be Mine